münir bircan
 
  Ana Sayfa
  İletişim
  yazılar
  => Türkiye, Şapka, Aydınlanma
  => Türkiye Cumhuriyeti Türklerin Kaçıncı Cumhuriyeti?
  => İbn Fethullah
  => Endam-ı Nâküsûr...
  => Ne zaman yangın çıksa içimde...
  => Nush ile uslananı etmeli takdir...
  => Pişti oynarken okey atan biri gibi...
  => Ebu Nidâl ile birlikte olmak
  => Yan bakıyorum sana
  => Yaşasın tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye!
  => ele veriyor sesinizi, aklınızdan geçenler...
  => ernekon mu mccartycilik mi
  => ekonomi krizdeymi... hay Allah!
  => beşeriyetin bir ürünü olarak sanat
  şiirler
  öyküler
  sizden gelenler
  düşünce platformu
  ergenekon sizce nedir?
beşeriyetin bir ürünü olarak sanat

Beşeriyetin ürünü olan sanat, insanlığın gelişimine koşut bir yapı sergiler. Göçebelikten yerleşikliğe geçişle mağara duvarlarına çizilen resimler, mağaralardan çıkılıp yerleşik yapıya geçildiğinde mabetlerde ve oradan da “hâkim unsurların denetiminde” bir anlayışla ve çeşitli biçim ve biçemlerle ve farklı mekânlarda gösterir kendini.

 

İnsanlık tarihinin 18.yy’a kadar gerçekleştirdiği en büyük “yapısal değişiklik” toprağı işleyerek olur. Toprağın işlenmesi, etkisini ve anlayışını günümüzde de yaşadığımız sonuçları barındırır.

 

Bu sonuçlardan biri din ise diğeri bilim, felsefe ve sanattır. Bu durum, tüm insanlık tarihini geçmişte etkilediği gibi günümüzde de etkiliyor, gelecekte de etkileyecek.

 

İnsanlığın ilk “sanat eseri” dinsel inancın simgesi olan heykellerdir. Heykellerden önce görülen ve “dinsel bir amaç taşıdığı düşünülen” mağara resimleri, insanlık gelişimini gösterse de “sanat”, bir “bütünü düşünme ve yansıtma” olarak düşünüldüğünde neden sanat eseri olarak görül”e”mediği anlaşılır. Dinsel olarak ortaya çıkan heykel, daha sonra, “dinin sınırları dışına taşarak” kendini belki de tekrar yaratır. Bunu da “iletişim”, “yönetim” ve “yönlendirme” unsurlarının kullanıldığı ilk örneklerden yola çıkarak söyleyebiliriz. Heykel yapımı “iletişim aracı” olarak da kullanıldı insanlığın tarihinde. Bunun ilk örneği, Nemrut Dağı’nda ve çevresinde görülen “kral ve tanrılar” kabartmaları ve heykelleridir. Daha sonra aynı yöntemi kullanan “Cesar”, Roma’yı ve “müttefik krallıkları” kendi büstleriyle donatarak “gücünü” gösterdi. Benzer bir güç gösterisini de Mısır’da görüyoruz. Ramses 2’nin büyüklüğünü ve gücünü ortaya koymak ve “atalarıyla aynı tarihte anılmak” için yaptırdığı mabetler ve bu mabetlerde bulunan resim, heykel, kabartma ve freskler insanlığın geçirdiği değişim ve dönüşümü de yansıtan birer örnek olarak duruyor.

 

Bu durum, heykel örneğinden yola çıkarak özelde heykelin ancak genelde sanatın “yönetenler ve güç sahipleri tarafından” “yönlendirildiği” gerçeğini ortaya koyuyor.

 

Çünkü sanat, mülkiyet ilişkilerini yaşayan bir yapının içinde ve bu yapı ile birlikte vardır. Özelde sanat genelde ise bilim ve felsefe “mülkiyet ilişkilerinin çelişkilerini dillendirmeye başladığında devrimci bir olgu olur.”

 

15.yy sonlarında başlayan ve 18.yy’da hızlanarak yükselen “mülkiyetin değişimi talebi”, sanatçılar tarafından da dile getirilmeye başlamasıyla beraber, “devrimci sanat” yeni bir işlev edinir: Yönetenlerin işlevini tersine çevirmek!

 

Ortaçağ avrupasında sanatçıların “patron”u derebeyleri ve krallar idi. Güçlerini göstermek için ortaya “koydurdukları” eserler, günümüzde de “şaheser” statüsünü barındırıyor olsa da bu şaheserleri ortaya koyan “gerçek sahipleri” özgürlüklerini kazanmak istiyordu. Tam da bu sıralarda ortaya çıkmaya başlayan burjuvazi, “sanayi toplumu” için ön hazırlığını yaparken bir taraftan da “devrimci bir güç olarak” varlığını hissettirmeye, giderek de “güç talep etmeye”; “güç talep ettikçe de güçlenmeye” ve “gücünü göstermek için” “sanata başvurmaya” başlamıştı. Sanat, her zaman “güçlünün yanında” bulunmayı, bir diğer deyişle de “güç sahipleri her zaman sanattan yararlanmayı” bilmişlerdi.

 

18.yy, pek çok kavramı kökten değiştirdi. Değişim, kolay olmamış, uzun bir sürece yayılmış olsa da “değiştirmek istediği mülkiyet anlayışı“ gibi derin izler bırakacak kadar eski değildi… Eski dönemin “güç sahiplerinin sindirebilecekleri kadar uzun” bir süreç de yaşanmamıştı. Yaşanılan, “mülkiyet sistemi” değişikliği, kaçınılmaz olarak toplumsal yapıyı, bu durum da sanat anlayışının değişmesini sağladı. Artık sanatçı “yaşadığı toplumla değişen biri” olmaktan çıkarak “yaşadığı toplumu değiştirmek isteyen birey” olmuştu.

 

Değer yargıları değişen Avrupalı, “öze” dönmeye uğraşıyor, bunun için de “sömürülen halkların dinsel öğelerine ve gündelik gereksinimlerini karşıladıkları aletlere” yöneliyordu.

 

Avrupa insanı tanrısını öldürüyor, sanatçı da buna yol gösterirken sömürülen halkların kültürlerine başvuruyordu. Ancak, bunu yaparken, “birey” olduğunu unutmuyor, aldığı değere “el koyuyordu!”

Birey ve el koyma öylesi bir hadde vardı ki; batı medeniyet anlayışı, Hindistan’dan, Afrika’dan ya da Çin’den veya ( o dönemdeki adıyla) Osmanlı’dan “kaçırdığı” eserlerle “kendini medenileştirirken”, eserin sahibi hintlileri sömürmekte bir beis görmüyordu. Öylesine görmüyordu ki kaçırılan eser, “batı” kültür ve medeniyetinin temeli olarak da sunulabiliyordu. Batı, “değerli olan her görüşü, her inancı, her düşünceyi” “arî” bir yapıyla “kendinden”leştiriyor, ve iade ederken, “kendinden” olduğundan “şüphe” duymaya gerek bile görmüyordu.

Byron, Reusseau ya da Kant aydınlanmaya başladığını “iddia” ederken Afrika, Asya, Avustralya ve Amerika kıtalarında yaşayan halklar insanlık tarihinin en kara dönemine giriyordu. Batıda batılının öldürdüğü tanrının kulları, gözlerini “karartarak” dünyanın kendilerinin yaşamadığı her yanını “medenileştirmek” misyonuyla hareket ediyordu.

 

Batının “kardeşlik, eşitlik ve özgürlük” anlayışı, Akdeniz’de son buluyor, Habsburg hanedanlığı dağlarını aşamıyor (burada bir parantez açmak, elzem oldu. Batı hanedanı aynı aileye mensuptur. Rus Çarı ile ispanya Kralı, akrabadır. Hatta durum o hale gelir ki bir dönem tüm batı kralları Kraliçe Victoria’nın torunudur. Rus Çarı’nın İngiltere Kralı’na yazdığı Savaş ilânı, bu anlamıyla, tam bir komedidir…), Pasifik’in dalgalarında yitip gidiyordu… Batı kardeşlik, eşitlik ve özgürlüğünün gittiği her coğrafyada insan kıyımları yaşanıyor, ancak, dönemin “karışıklığı”, “birey” sanatçılarında tartışma gereği dahi olamıyordu.

 

Mülkiyetin kısa bir süre önce değişmesine rağmen yeniden değişebileceğinin anlaşılmasından sonradır ki sanat, kendini yeniden yaratmaya başlar. Artık, Nietzsiche’nin öldürdüğü tanrı kavramının mirasının paylaşılmasına gerek kalmadığı düşünceleri ortaya atılmaya başlamıştı ki “arî” Avrupa medeniyeti “İnanna” yoluna dökülüyordu…

 

Son “Cesar”, yaşadığı dönemden 4000 yıl önce yaşamış bir medeniyetin “propagandasıyla” ve propaganda elemanlarıyla oluşturuyordu “düşünsel kimliği”ni…

 

Sanat, “birey” ve “komün” sorunsalında “sıkıştırılmak” istemediği için “bireyci” bir alana naklediyordu kendini… Artık hedef “insandan başkası olamazdı!” İnsan ise “birey” olduğundan “bireysel” davranmak zorunda olan “bireyci”den başkası olamazdı!  

Batı, “özgürleşmek istedikçe mahkûmlaşmıştı”. Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi kalmayana dek sömürülen “insanın, kendini toplumla birlikte yeniden inşa etmek” talebine karşı ve bu talebe karşıt yeni bir “sanat anlayışı” kaçınılmaz olarak yaratılmalıydı: “Yaşasın bienâl! Yaşasın “iç anlamı yok edilmiş” geleneksel ( folklorik ) sanat! Yaşasın post(u) modernizm!” Ya da “klasik dönem” başlığı ile: “ Sanat, sanat içindir!

 
   
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol