Pişti oynarken okey atan biri gibi olaylara ve kavramlara tüm detaylarıyla hâkim olmasa hükümettekiler, nasıl hükmederler?
Demoraasi, onlar için en büyük bir erdemdir! O kadar büyük bir erdemdir ki demokraasi onlarda, İstanbul Üniversitesi Rektörü olan kişi “başbakanın özel doctoru” unvânından başka da bir önem ve ehemmiyeti bulunmadığı hâlde; ve oy verenlerin 4/3 tarafından istemediği hâlde atanabilir. Ve bunu da cumhurun reisi sıfatıyla ve utanmadan yaparlar! Bu demokraasi dersidir işte! Demokraat olmayı onlardan öğrenmek zorundayız bütün bir halk!
Yönetim, azınlığın çoğunluğa tahakkümüdür. Sistemin adı ne olursa olsun, bu değişmez! Demek ki, insanlığın binlerce yıldır edindiği – veya öyle u/yutturulduğu – kavramları yeniden ele almak ve değerlendirmek zorunluluğu hâsıl oldu!
Adına “demokrasi” denilen ve “halkın kendi kendine ve kendini yönetimi” olduğu iddia edilen herze, gerçekten iddia edildiği gibi midir? İddia edildiği gibi değilse, o zaman, onların dediği gibi “demoraasi” ile “demokrasi” nasıl ayırt edilir?
Bu ayrım noktası, batı anlayışında, proleteryadır! Demokrasi, sadece proleterya tarafından talep edilir ve uygulattırılır! Proleteryanın karşı kutbu olan burjuvazi ise varlığını ve gücünü koruduğu ölçüde, kimin ne ne istediğiyle ilgilidir ne de isteklerinin uygulanıp uygulanılmadığıyla…
O zaman, ülkemizdeki gerçek sorun, “proleterya” var mıdır, yok mudur sorunuyla ilgilidir!
Hayatta kalmanın en önemli yapıtaşlarından biri, kendini – çıkarlarını – savunmaktır. Yani, bir proleter, kendini, kendinden olanı savunmak zorundadır ki hayatta kalabilsin! Öyleyse, ülkemizde, proleterler proleteryanın sorunlarını dile getirmiyor, kendi çıkarları doğrultusunda talep üretmiyor ve kendinden nefret ediyorsa, daha ne söylenebilir?
Ortak çıkarlarının daha ne olduğundan habersiz ve hatta bu uğurda haber vermek isteyenlere de düşman olan bir proleteryadan beklenebilecek tek şey: kimliksizliğini örtmek için yeni kimlik icat etmek olacaktır! Yeni kimlikleri de din olabileceği gibi, milliyetçilik de olabilir taraftarlık da… Esasen, aralarında da hiç fark yoktur!
Temel fark, burjuvazinin “doğal hizmetkarı” olduğunu bildiği hâlde, “sanki böyle değilmiş gibi” davranılmasını kimin/ kimlerin istediğinin anlatılabilmesinde, anlaşılmasında!
Bu ülke, komünist birine ekmek sattığı için “komünizmle mücadele” halindeki devlet tarafından tutuklanan fırıncıların olduğu bir ülke. Bu ülke, “büyük tevkifatlarla” komünistlerin, komünistlere ekmek satanların ve komünistlerin verdiği selâmı aldıkları için tutuklamaların yaşandığı bir ülke… Büyük tutuklamalarda da verilen selâmı alanlar ve fırıncılar, bakkallar dahil toplam 60 küsur kişi tutuklanmış bu ülkede! Buna karşılık olarak da “komünizme karşı olanlar” binlerle ölçülen sayılarla ancak kişiliksiz kişilerin oluşturduğu örgütler etrafında “vatan savunması” için bir araya gelerek, 6-7 Eylül, Maraş, Çorum, Sivas olaylarını yaşattığı bir ülke…
Can yakanı ise, kişiliksizlerin yönettiği ve yönlendirdiği kişilerin de “proleter” olması!
Bu, işin bir tarafı.
Diğer tarafı: Bugün burjuvazinin ( ki sayıları toplamda 500 rakkamını geçmez! Ve bu da ülkemizde değil… zaten, ülkemizde proleterya olmadığı gibi, burjuvazi de yok! Burjuvazinin emri altında çalışan işbirlikçi köpekler -kompradorlar- var ülkemde!) yönettiği siyasi sistemin adıymış demokrasi… Ekonomik olarak da demokrasi, kapitalizmin “yönetim” biçimiymiş. Bu, büyük bir yalan! Kendi açılarından da yalan! Ancak, bu yalanı söyleyenler de ne söylediklerini çok iyi biliyorlar!
Sadece varsayımlarını “var saydırmak için” uydurulmuş büyük yalanlar manzumesi bir hayatta yaşamak zorunda bırakılıyoruz! Bunu, yalanı söyleyenler tarafından bakarsak, anlaşılabilir olarak görürüm. Ama, diğerleri neden “inanır”?
İşte bunu anlamaya beynim de aklım da hafsalam da yetmiyor!
Sanırım aptal biriyim ben!