münir bircan
 
  Ana Sayfa
  İletişim
  yazılar
  => Türkiye, Şapka, Aydınlanma
  => Türkiye Cumhuriyeti Türklerin Kaçıncı Cumhuriyeti?
  => İbn Fethullah
  => Endam-ı Nâküsûr...
  => Ne zaman yangın çıksa içimde...
  => Nush ile uslananı etmeli takdir...
  => Pişti oynarken okey atan biri gibi...
  => Ebu Nidâl ile birlikte olmak
  => Yan bakıyorum sana
  => Yaşasın tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye!
  => ele veriyor sesinizi, aklınızdan geçenler...
  => ernekon mu mccartycilik mi
  => ekonomi krizdeymi... hay Allah!
  => beşeriyetin bir ürünü olarak sanat
  şiirler
  öyküler
  sizden gelenler
  düşünce platformu
  ergenekon sizce nedir?
Yan bakıyorum sana

Yan bakıyorum sana. Var mı?!

 
Bir garip oldum son zamanlarda. Söylenenlerin tam tersinin ne anlama geldiğine bakıyorum. Anlamlandırmalarımı da o güzergâhta yapıyorum.
 
İsterseniz bir örnek vereyim de siz de ortak olun…
 
Bildiğiniz üzere Somali’de gemi kaçırmayanın hatırı kalıyor… Ben de o “ konuya bir yan bakayım bakalım ne göreceğim? ” dedim. Yan bakacağız ya; ilk, söylenilenlerden bakalım. Ne söyleniyor: korsanların kaçırdığı gemi sayısı bilmem kaç oldu. Çin’e gitmekte olan bilmem ne bandıralı gemi kaçırıldı… Hindistan Deniz Kuvvetleri Somali açıklarında bir korsan gemisi ile çatışmaya girdi. Hindistan, korsan olayları başladığından bu yana her hafta 400 milyon dolar zarar ettiğini açıkladı. Bölgede İran’a karşı ve “bölge güvenliği için” bekleyen iki amerikan uçak gemisi var. Rusya, “korsanlarla mücadele için” Somali’ye savaş gemileri yolladı.
 
Kaçırılan gemilerin rotası ya Hindistan ya da Çin. Bu, söylenilmiyor. Bu iki ülke de ” Şanghay Beşlisi” ülkeleri. Bu da söylenilmiyor.
 
Rusya’da Şanghay Beşlisi’nden… Bu da söylenilmiyor.
 
Bölgede bulunan Amerikan deniz gücü komutanı: “Biz korsanlarla mücadele edemiyoruz…”
 
Demek ki o koskaca olduğunu söyleyen amerika, o koskocaman olduğu söylenen amerika üç beş başıbozukla mücadele edemediğini en üst düzeyden kabul ediyor. O başıbozuklar ki yetmişli yılların başından beri iç savaş yaşayan, halkı açlık sınırının altında yaşayan bir ülkenin insanları… Bir deniz motoruyla gemiyi rehin alıyor. Peki, bunlarla baş edemeyen o koskoca güç, dünyanın mutlak hakimi, Çin, Hindistan ve Rusya ile nasıl baş edecek?
 
Somali nerede, biliyor musunuz?
Asya Kıtası’nda Arabistan Yarımadası’nın tam karşısında… Hani, İran, dünyaya petrolünü o boğazdan geçirerek ulaştırmak zorunda…
 
Bak şu korsanların işine… Dünyanın jandarmasına “gel de beni yakala!”diyor sanki… Jandarma neden hala yakalayamıyor peki?
 
Hadi, artık yan bakalım!
 
Amerika, orada, Şanghay Beşlisi’ne kafa tutuyor! Diplomatik dille: “Benimle fazla uğraşmayın da istediğimi istediğim gibi yapayım!”diyor. Peki, hani mutlak güç ya, nasıl kafa tutulabiliyor?
 
Şanghay Beşlisi denilen ülkeler, kendi aralarında emperyalistlerin para birimlerini kullanmıyor. Amerikan bonoları ile ticaret yapmıyor. Dahası, dünya nüfusunun yarısı, dünya mal üretiminin “fason olarak” yarıdan fazlası ve dünyanın en güçlü ekonomilerini barındırıyor. Askeri güç olarak da dünyanın en güçlü ordularını bir sayalım mı? Asker olarak en çok Çin; ardından Hindistan ve Rusya. Amerika sonra geliyor. Amerikanın en büyük gücü atom bombalarından geliyor. Dünyadaki 100 atom bombasından 60’ı amerikanın. Kalanı Rusya, İsrail, Çin, Güney Kore, Hindistan, İngiltere, Fransa ve Pakistan…
Atom bombası derken, nükleer başlık taşıyan füze sistemleri demek istiyorum. Malum; Japonya’ya atılan atom bombası şu an kullanılan teknolojiye göre ok olarak kalıyor. Teknoloji ilerledi tabii…
 
Bu Şanghay Beşlisi ülkeleri, en son Gürcistan’da Amerikayı fosseptik havuzunda tatile gönderdiler. Bolivya, Venezüla ve Küba ile aralarından da su sızmıyor.
Hatırlayalım: Çavez önderliğinde Güney Amerika Bankası diye bir yapı kuruldu. Bu banka Güney Amerika ülkelerine çok düşük faizle kredi verecek. Bolivya bile bu bankaya hatırı sayılır bir oranda ortak oldu. Amaç, amerikanın ülkeleri ile ilişkilerini “ülkeleri lehine” dönüştürmek.
Bu arada bizim değişmeyip de dönüşenlerimize daha hiç söz etmedim… Onlara ayıp oldu… Ama üzülmesinler, yazıyı onlarla bitireceğim.
 
Ne demiştik; Güney Amerika Bankası, onlar için IMF olacak… Yani amerikanın boyunduruğunu çıkartıp attılar! Büyük güç ne yaptı peki? Güney Amerika ülkelerinde “kamusallaştırılan” firmalara düşük fiyat verildiğini söyledi… Adamlar da ne dedi biliyor musunuz? Bize ödenen vergileri “baz değer” olarak aldık ve üretim güçlerini buna göre belirledik. Fiyatı, üretimlerinden verdikleri vergiler belirledi…
 
Şu dönüşenler, zamanı geldiğinde değiştirilecek elbet! Az kaldı. “Kriz” kapıda…
 
Biz Somali’yi anlatıyorduk ama nerelere geldik… Globalizm böyle bir şey işte… Sorunlar sanki yerel”miş gibi” ama aslında küresel bir bakış açısıyla anlam kazanıyor.
Neyse, Biz yine Somali’den yola çıkarak buna bir örnek verebiliriz: Hatırlayanınız var mı, bilmem. Bundan 4 - 5 yıl önce Somali halkı bir oteli kuşattı… Bu durumu görev bilen jandarma oraya gitti… Oteldeki “rehineleri” kurtardı… Eeee, ne alaka? diyeceksiniz, biliyorum. Alaka şu: Somali halkı neden o oteli kuşattı? İsrail, 7000 yahudiyi İsrail’e götürmek istedi. ( onların da “iş gücü”ne gereksinimleri var!) Ancak bazı “sorunlar”la karşılaştılar. İşte o otelde “sorun gidericiler” vardı. Bizler bunu bir sinema filmi olarak da izledik… Hepimiz nasıl da öfke duyduk oradaki Amerikan askerlerine saldıran yoksul, aç ve “ilkel” afrikalılara… Adamlar, ” iyi niyet” ile ülkelerine gelen Amerikan askerlerine saldırıyordu… Bundan çıkan sonuç: Hollywood filmleri izlerseniz, beyniniz fosseptikleşir… Tercih, izleyenin! Aslında, Somali tek örnek değil. Irak, Afganistan, Pakistan, Etiyopya…
 
Sorunlar, aslında, ne kadar da yerel”miş gibi”, değil mi? İşte Bizim ülkemizdeki hükümetin başında bulunan şahıs da bunun eş başkanı olmakla övünüyor. Ben bu durumda övünülecek bir şey görmüyorum ama, neyse! Dediğim gibi: tercih sizin!
 
Somali, adını son zamanlarda çok sık duyduğumuz bir ülke ya; ondan söyleyeceğim: Osmanlı’nın Somali’de “askeri üs” bulundurduğunu biliyor muydunuz? Neden? Somali, Hicaz’ın karşısında! Eski bir deyim vardır, sürgün için: Fizan’a gitmek ister misiniz, diye… Ya da Fizan’da deriz hani… Bilmem, anlatabildim mi? Hadi, burada biraz daha ek bilgi: Fizan, bugünkü Somali, Etiyopya ve Sudan toprakları arasında kalır… Başka bir deyişle, Osmanlı’nın Fizan’ından emperyalistler bir sürü devlet çıkartmışlar! Ama, bu devletler hala “devlet” olamamışlar!
 
Biz Somali’de kaçırılan gemilere dönelim mi?
 
Kaçırılan gemilerin ortak özellikleri var mı, acaba, diye düşündüm. Siz ne dersiniz? Var mıdır bir ortak özellikleri? Ya da birden fazla ortak özellikleri?
 
Aslında, bu ortak özelliklerin birinden söz ettik. Gemilerin varacağı limanlar, Şanghay Beşlisi ülkelerinin limanları.
Kaçırılan gemilerin ülkeleri, teknik tabir ile “bandıra”ları ilginç. İlginçlik şu: Şanghay Beşlisi ile ve dolarsız çalışan iş gemileri bunlar. Bu ne demek? Bu, şu demek: Kanada bandıralı gemi, bu işi dolar üzerinden değil, “yen” üzerinden ödeme alacak biçimde yapıyor. Yani, bu işte ticari güç, “kontrolden çıkıyor!” Ne yapmak lazım? Söyleyin Somali’de yandaş askerlere “korsan” olsunlar…
Şaşırdınız, değil mi? İlk öğrendiğimde ben de şaşırmıştım.
Şaşkınlığım şuydu: Korsan, benim bildiğim, “başına buyruk” olur…du! Öyle değilmiş ama! Bizim Kaptan-ı Derya Piri Reis’imiz var ya… Kendisi bir “Cezayir Korsanı!” Osmanlı ile birlikte hareket ediyor… Bu, bize özgü bir durum da değil üstelik… Her büyük devletin korsanı varmış…
Masal gibi, değil mi? Ama gerçek! Bu korsanlar yakalandığında, ülkeleri bunlara “korsan” diyor ve ilişkilerini belli bir düzeyde korumaya çalışıyorlar!
Hani, Amerikan filmlerinde vardır: Çok gizli ve özel bir görev için seçilen kahramana söylenilir: “Eğer yakalanırsan, yalnızsın! Biz, bizimle bağlantının olmadığını söyleyeceğiz.”
Bu veya buna benzer kaç replik vardır hafızamıza soktukları… İşte, korsanlık da böyle!
 
Şimdi, Somalili korsanların dünya ticareti ile bağlantılı hareket ettiklerini ve yaptıkları eylemlerin sadece kendini jandarma sananın çıkarına olduğunu gördük, değil mi? Bunun dünyada olduğu söylenen ekonomik kriz ile de bütüncül bir operasyonun bir ayağı olduğunu söylesem, ne dersiniz?
Dikkatli okur, yazı boyunca bunu anlattığımı, söyleyecektir.
Ekonomi, belirleyici etmendir. Dünyada var olmuş, var olan ve olacak olan her şey “ekonomik nedenler” yüzü suyu hürmetinedir.
Yazının yukarıdaki paragraflarında, dikkatinizi çekti mi bilmem, “baz değer” tabirini kullandım. “Baz değer”, birden çok etmenin belirleyen olduğu her “şey”de ortak olan ve belirleyicilerin konumunu da düzenleyen ortak etmene, diyorlar. Bu tanımı bir örnekle açımlayalım. Bizim buğday ile altınımız var. Karşımızda bulunanlarda da silah. Burada belirleyici asıl etmen, nedir?
Zekâ!
Bir düşünelim: buğday ile karnımızı doyurabiliriz. Altın ile ne yapabiliriz? Ama silahı olan, buğdayı alır ve bizi öldürür, değil mi? Böylece bizim buğdayımızı elde etmek için verdiğimiz uğraşı, ölümümüzün temel nedeni olur. Silahı olan da buğdayın sahibi olur. Amaa… Silahı olanı kontrol etmeyi düşünürsek, ne olur? Ben sana buğdayımdan vereyim, sen de benim güvenliğimi sağla… Böylece buğdayı ben yetiştirir senle üleşirim, sen de beni senin gibi silahı olanlara karşı korursun ve buğday yetiştirmenin zorluğuna katlanmak zorunda kalmazsın; desek, altınımızla da ona bir göz ziyafeti çeksek, asıl kazançlı kim olur? İki taraf da kazançlı olur. Çünkü silahı olan buğday bittiğinde yine aç kalacak. O, bundan kurtuluyor. Biz ölmekten. Bu örnekte “baz değer” zekâ idi. Ama ortada görünmüyordu, değil mi? ( aslında, bu örnekte devlet kavramının nasıl oluştuğunu da anlamak gerek. Silahı olan öldürürse, o an doyacaktır, ancak yine ölecektir. Hem de açlıktan ölecektir. Ya da daha güçlü silahı olan bir diğeri tarafından öldürülecektir. İşte bu sistemin adı, faşizmdir. Eğer silahı olan teklifimizi kabul eder ve birlikte yaşamaya başlarsak o sistemin adı ne olur? Kapitalizmi içerisinde barındırmayacağı, kesin!)
 
Baz değer ne anlama geliyor, anlaşıldı sanırım.
 
Dolar, dünya devletler arası ticarette baz değer olarak işlem görüyor…du! Yukarıda bir örnekte “yen” üzerinden ticaret yapıldığı için Kanada bandıralı bir geminin kaçırıldığını anlatmıştım.
Burada, dünyada ticaret mekanizması nasıl işler, bir bakalım mı?
Dünyanın en “tüketici toplumları” batı ülkeleridir. Batı ülkeleri içinde en tüketici Kuzey Amerika ülkeleri, Bu ülkeler içinde ise ABD’dir. Yani ABD, ürettiğinden daha çok tüketir. Tüketimi çok, üretimi tükettiğine oranla daha az olduğu için “dışa bağımlı”dır. Bağımlı olmasına bağımlıdır ama üreten de ürettiğini satmak durumunda. En büyük alıcı olan ABD işte burada belirleyici olmaya başlıyor. Bunun yanında askeri ve politik üstünlüklerini de devreye sokarak temel belirleyici durumunu sabitlemeye başlıyor.
Askeri ve politik üstünlüklerini kullanarak da “…memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar gaflet, dalalet ve hatta hıyanet” çemberi içine alınarak, “ … Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit…” ettirilirler! Hatta, böyle düşünmeyenler vatan haini, terörist ilan edilirler ve bu durumdan bi-haber ahali, vatan sevgisiyle kendilerini peşkeş çekenlerce, kamu mallarını “babalar gibi satarım!”cılarla yönetilmeye kabul ettirilir. ( Tam da burada salya sümük hoca efendi ve meczuplarını anmamak, olmaz!)” İktidara sahip olanlar ” halkının mutluluk ve refahı için de çalışmalar yapmaya mecbur oldukları için, bazı işler yapmak durumundalar. Ancak, burada, ABD devreye girerek ” şu ürünü şu kadar, bu ürünü bu kadar üreteceksin!” diyerek varlığını hissettirir.
 
İktidar sahiplerinin korsanlar kadar bağımsız oldukları da ortada!
 
Diyelim ki buğday üreticisiniz. Buğdayınızın gereksiniminiz kadar olanını ayırdınız, geri kalanı ne yaparsınız? Ya dağıtırsınız, ya da satarsınız. Siz satmayı tercih ettiniz. Alıcısı da hazır. Sattınız. Ama alıcı size, ben bunun karşılığında ederi kadar sana bono vereceğim, dedi. Ne yaparsınız? Aslında kabul etmekten başka yapacağınız tek şey satmaktan vazgeçmek. Vazgeçerseniz başka alıcı bulma olanağınız da çok fazla yok… Yani, el mahkûm bonoyu alacaksınız. Bonoyu aldınız. Elma almak için paraya ihtiyacınız var, değil mi? Bonoyu aldığınız yere gittiniz, dediniz ki: “Ben elma alacağım. Şu bonoyu boz da ben de elmamı alayım.” Ancak, siz bonoyu bozdurmak isterken şöyle bir teklifle karşılaştınız: “Madem elma alacaksın ve paran yok; ben bonoyu bozmak yerine sana biraz borç vereyim. Bonon sende kalsın.” Teklif size cazip geldi, bono sizde kaldı, ancak borç aldınız. Gidip elma alacağınızı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz, çünkü: “Elma almak için boşuna oraya kadar gitme. Ben zaten elmacının elmalarını aldım. Sana ben satayım.” deniliyor ve siz elmayı elma üreticisinden değil, buğdayı sattığınız kişiden alıyorsunuz. Üstüne üstlük bir de borçlanarak elma alıyorsunuz. 
Daha sonra buğdayınızı satarken size şöyle diyor alıcı: “ Sen elma almak için borçlanmıştın, bu borcu şimdi düşeceğim. Kalanına da sana bono vereceğim…” sizce böyle kaç satıştan sonra elinizde bulunan bonolar üzerinde görünen bir zenginlik ama aslında hiçbir işe yaramayan bir birikiminiz olduğunu ve görünen ve sizi yıldıran bir borç batağına itildiğinizi anlarsınız. Bonoları nakte çevireceğiniz tek yer, bononun sahibi ya da tefeci… Bononun sahibi bonoyu nakte çevirmiyor. Ama alacağını da tahsil etmek istiyor. Sizi de eğer borcunuzu ödemezseniz bir daha sizle ticaret yapmamakla tehdit ediyor. Ödemek için tefeciyle muhatap olmak zorundasınız. Tefeci, bonoyu ederinden bozmayacak, aşikâr. Hatta, bozacağı da şüpheli. Size “kredi” verecektir tefeci. Tabiidir ki yüksek faizle. Bono üzerinde hala paranız var, ancak, borcunuz öyle bir döngü üzerinde ki ürettiğiniz, hiçbir şekilde giderinize yetemez durumdadır, ya da o konuma dönüşmesi sadece an meselesidir.
 
Siz ne anladınız bilmem ama ben dünya ticaret sistemini anlattım, onu biliyorum.
 
Hani dünyada “kriz” var deniliyor ya… Öyle bir şey yok!
Öyleyse, neden sürekli olarak krizden söz ediliyor?
 
Dünyada şu an kapitalist, anamalcı ekonomik “sistem” yürürlükte. Ve o “sistem” 1929 krizinden sonra “Keynes tarafından” yeniden yapılandırıldı. Adam Smith’in devletin görevi, işlevi ve organizasyonunda büyük bir değişimle beraber yeni bir yapılanmaya geçildi.
Keynes, Smith’ten farklı olarak, “ulus devlet” ile birlikte “bağımsız devletler”  formülasyonuyla ve “% 5”uygulamalarıyla sistemin “sosyal olarak” gazını almayı sağladı.
Nedir bu formülasyon ve % 5 mevzuu mu diyorsunuz? Anlatayım:
İlk olarak formülasyon;
Bağımsız devletler bir araya gelerek “ortak bir banka” kurdular. Bankaya, Dünya Bankası (World Bank) adı verildi. Bu bankanın yönetilmesi ve “yönlendirilmesinde” karşılaşılan “çıkar çatışmaları” da Uluslararası Para Fonu’nun, bildiğimiz adıyla da IMF’nin, kurulmasına neden oldu. IMF, buğday üreticisinin tahsil edilemeyen bonolarına karşılık buğday alıcısının çıkarları doğrultusunda faaliyet gösteren bir yapılanmaydı. Yani ABD, Türkiye’den aldıklarına karşılık Türkiye’ye “Devlet Tahvili” olarak ödemede bulundu ama Türkiye sattığı buğdayı üretmek için traktörünü ABD’den aldığı borçla edindi. Ha keza, gübresini de tohumunu da… Yapılan anlaşmalar gereği de eli kolu kıpırdayamaz bir hale getirildi. Ancak günü geldiğinde borcunu aksatmadan tahsil etmek için de IMF’den Türkiye’ye “kredi” verildi…
Daha bugün ( 4, 12, 2008 ), Merkez Bankası Başkanı Türkiye’nin “rezerv”lerinin “dışarıdaki fonlarda” bulunduğunu söyledi. Devletin de iş adamlarının da halkın da borçlarına ve borçlanmaya dikkat etmesi gerektiğini açıkladı…
 
% 5 Mevzuuna gelince;
Keynes’in ekonomiye bakışı kapitalizm çerçevesindedir, kuşkusuz. Keynes’e göre %5’in üzerinde (toplumsal olarak) olmaması gerekenler:
a-      enflasyon,
b-      işsizlik
c-      yoksulluk sınırında yaşayanların nüfusa oranı
d-      faiz oranlarının çapraşıklığı ( Bankaya paranızı yatırdığınızda bankanın size vereceği faiz oranı ile bankadan kredi aldığınızda bankanın sizden istediği faiz oranı arasındaki fark)
e-       zenginler ile orta gelir düzeyine sahip olanlar arasında gelir oranı
f-        orta gelir düzeyine sahip olanlar ile yoksullar arasındaki gelir oranı…
 
 
Aksi durumda, diyor Keynes, toplumsal bir çatışmanın, giderek başkaldırının olmaması mümkün değildir.
Unutulmamalı ki Keynes bunları söylediğinde kapitalizmin karşında “büyük bir tehlike” olarak sosyalist iktisat ve toplum ideolojisi bulunmaktaydı. Komünist Rusya, o günkü adıyla SSCB ( Sosyalist Sovyetler Cumhuriyetleri Birliği), 1950’li yıllarda ( Stalinist Dönemde) 1970 yılında sosyalizme tam geçişin sağlanacağına dair parti kararı yayımlamıştı. SSCB Komünist Partisi Merkez Komitesi 1960’ların ikinci yarısından sonra bunun gerçekleşemeyeceğini kabul eden bir karar aldı. Alınan kararda “esnek sosyalizm’e zaten geçildiği” belirtiliyordu. Bu, bir diğer anlamıyla, sosyalist ekonomik modele tam geçiş koşullarının henüz oluşturulamadığının resmikabulü demek oluyordu.
Kapitalizm, en büyük düşmanını tamamen ortadan kaldırmak için “karma ekonomik model” kullanan ve o dönemde kendilerine Üçüncü Dünya Ülkeleri denen ülkeleri yanına çekmek amacıyla yüksek miktarlarda “hibe” yapmaya başlar.
Nüfus kâğıdı pek eskimemiş okurlar için: O dönemde sosyalist ülkeler Varşova Paktı’na Kapitalist ülkeler de NATO’ya (Kuzey Antarktik Paktı) üye idiler. İkisine de üye olmayan bağımsız devletlere de üçüncü dünya ülkeleri denilirdi.
İstisnaları da vardı elbet. Japonya kapitalist blokta yer almasına rağmen NATO üyesi değildi.
Çin ise Komünist Parti yönetiminde olmasına ve sosyalist blokta yer almasına rağmen Varşova Paktı’na üye değildi. Üçüncü dünya ülkeleri Afrika, Asya ve Güney Amerika ülkeleri olarak kabaca tanımlanabilir. Liderliğini Hindistan yapıyordu…
Üçüncü dünya ülkeleri borç olarak almadıkları ve çoğunun kredi olarak bile alamayacağı kadar yüksek hibelere gark olunca nedenini pek de umursamadılar. Doğal olarak, hibeler, mal alımı için ABD’ye geri dönüyordu. Bu da şöyle bir sistemdi: ABD hibeyi daha çok eski askeri araçlarını vererek, ya da eski kamyonlarını vererek yapıyordu. Tabi, ürünlerini çok daha kolay ve hızlı taşıma olanağına sahip olmaya başladığını düşünen ülke yetkililerine bu araçların randımanının artması için yol yapımının şart olduğu telkin ediliyordu. Amerika, yol yapımı için kredi vermeye hazırdı… Bu krediler de sadece veriliş amacına uygun olarak ve Amerikan çok uluslu şirketlerinin kazanacağı ihalelere veriliyordu. Bu o kadar da kötü değildi elbet. Devleti yönetenler halkına hizmet ediyordu… Bu tür kredilerden biri için ülkemizden bir örnek verelim: Sağlık Kredisi verildi 1980 darbesinden sonra Türkiye’ye. Hummalı ve gerçekten takdire şayan bir çalışmanın sonrasında ülkemizdeki kızıl, kızamık gibi hastalıkların önüne geçildi. Tabi, aşılar ABD’den alınıyordu. Türkiye’nin ilaç sanayi hala dışa bağımlı… Bu kredi ile sadece ilaç alınabiliyordu. İlacı yapacak teknoloji ve fabrika yapımı kredi veriliş nedenine aykırı olduğu için mümkün değildi…
 
Gelelim Keynes’e… Yukarıda Keynesyen ekonomi anlayışının toplumsal boyutu nasıl algıladığını anlattım. Rusya’nın sosyalizme hala geçemediğini açıklamasından sonra, ABD’de Huntington “medeniyetler çatışması”( The Clash of Civilizations) tezini ortaya attı. Yıl, 1978. (Huntington, o tarihte Beyaz Saray’da görevli idi. Tez, kitap olarak 1994 yılında yayımlandı.) Bu, aynı zamanda “Yeşil Kuşak Projesi” denilen yeniden yapılandırılmanın da başlaması demekti. Dünyada birbiri ardına ABD yanlısı askeri darbeler yaşanmaya başladı. Pakistan, Yunanistan, Şili, Peru, Brezilya, “Somali”, Mısır, Türkiye, Meksika, Venezüella, İran… Bunlardan sadece İran darbesi, İngiltere ve Fransa’nın olaya dâhil olmasıyla farklı sonuçlandı. İngiltere yanlısı ve Fransa’da yaşayan Ayetullah Humeyni başa geldi… Bu da ABD için uygundu, ancak Irak’ta, görünüşte Rusya yanlısı, Baas Partisi, Saddam Hüseyin, bir askeri darbe ile yönetimi devraldı… Saddam daha sonra da İran’a savaş ilan etti. En büyük destekçisi ABD idi…
 
Medeniyetler çatışması, Hıristiyan kapitalizmin kazandığı büyük zaferin teslimiydi. Ancak, ABD, Rusya’nın tamamen dağılmasını 2020, 2030 aralığında öngörüyordu. Ondan sonrası için de kendilerine bir “düşman” gerekiyordu. Düşman, belliydi… Doğu-Batı savaşından Batı galip çıkmıştı ve Batı “Kuzey”di… Düşman: Güney! Güney, Müslümanların ve Katolik, Ortodoks Hıristiyanların ve semavi bir tanrıya inanmayanların yaşadıkları her yerdi… Protestan Evangelist Hıristiyanların müttefiki de Yahudiler, İsrail olacaktı… ( Obama, İsrail’e yapılan yardımları yıllık 3 milyar dolardan 30 milyar dolara çıkartacaklarını geçen hafta içinde duyurdu. Bu, aynı zamanda, Ortadoğu’da bir yerlerde –belki de tamamında- savaş başlayacak anlamına geliyor. Bunun da önümüzdeki bir yıl içinde nerelerde olacağını göreceğiz… Huntington’un adı, Samuel’dir. Bizim ve Arapların İsmail isminin Yahudilerdeki karşılığı…) Buna uygun olarak Tibet’te Çin’in “Budistlere” yaptığı baskının karşısında Dalai Lama ile O’nun Budizm’i yeniden ve farklı yorumu ile MOON Tarikatı; Müslümanlar için Lübnan, Mısır ve Türkiye’de “IŞIK CEMAATLERİ” yapılandırılmaya başlandı. Bilin bakalım İngiliz yanlısı Said-i Nursî yerine ABD yanlısı kim, hangi “hoca efendi” cemaatin “kanaat önderliği” makamına getirildi? Lübnan ve Mısır Hizbullah yapılanmaları İsrail’den sağlanan finans ve görüşler doğrultusunda oluşturuldu. ( ABD Washington’da Georg Town Enstuty var. Corç Tavn Üniversitesi. Dünyada dinlerle ilgili her çalışma oradan yönlendirilir. Öğrenciler ülkelerine döndüklerinde okudukları üniversitenin “itibarından” olacak hemen devletin en üst ve stratejik kurumlarında orta/üst düzeyde göreve başlarlar. Adnan Hoca’nın yazdığı ve hazırladığı her kitap, cd bu üniversite tarafından hazırlanır. Aynı görüntüler ve bilgiler –diyelim ki Mısır’da – başka bir isim altında “aynen” yayımlanır. )
Ancak, yukarıda da belirttiğim gibi, ABD, Rusya’nın dağılmasını 2020, 2030 aralığında olacağını öngörüyordu.
Rusya, 1990 yılında “Glasnost” ve “Perestroyka” politikalarının ilanıyla birlikte çöküşünü tamamladı. Beklenenden 30, 40 yıl önce… Aslında yaşadığımız tüm sorunlar, sosyolojik olarak hazırlanması planlanan bir sürecin birdenbireliğinden kaynaklanıyor. Rusya, yapılan planlamaya uygun olmayarak, iki jenerasyon önce çöktü! ABD’de Reagan, İngiltere’de Teacher, Fransa’da Şirak, Almanya’da Kohl, Türkiye’de Özal, Rusya’da Gorbaçov, Vatikan’da Papa 2. Jean Paul hazırlıksız yakalandı… Aslında, dünya hazırlıksız yakalandı! ABD, sadece kendini ve tek başına galip ilan etti! İsteyen karşıma geçsin de görsün gününü kabadayılığıyla birden bire tüm dünyada enflasyon artmaya başladı. İngiltere’de enflasyon, tarihinde ilk defa % 8, oldu. İşsizlik ve sendikasızlık kutsandı… İşsizlik oranı İngiltere’de % 10’u aştı… Fransa’da oran % 8 oldu. Fransa, enflasyonu % 6’dan % 5 indirene kadar 3 tane ekonomi bakanını yedi…
ABD’de Cumhuriyetçi Parti, İngiltere’de, Muhafazakâr Parti, Almanya’da Hıristiyan Demokrat Parti, Fransa’da Sosyalist Parti iktidardaydı…
Artık Huntington’un Medeniyetler Çatışması Tezi*, hızla, yürürlüğe girmeliydi. Bunun yolu da “dinlerarası diyalog”tan geçiyordu. Bu öyle bir diyalogtu ki hangi din olursa olsun her din aynı Allah’a inanmıyor muydu? Öyleyse, dinlerin farklı olmasına gerek kalmıyordu… Kapitalizmi kutsayan bir “yeni din” yaratılmalı ve bu yeni dinin adamları ülkelerini yönetebilmeliydi… Dinlerde örtünme vardır, tamam da, bu artık örtünme ile ilgili bir şey değildi, nasıl örtündüğün ile ilgiliydi… Eski din mensuplarının Müslüman kadınları başörtüsü kullanırdı. Bu yeni dinde “türban” olarak yerini aldı. Yeni din, yeni mülkiyet, yeni ahlak…
 
Bu yeni dinin karşısında olan herkes, din karşıtı; yeni dinin ne olduğunu anlayamayan ama buna eski inançlarının yeniden yorumlanması olarak bakan “ilk radikaller”, ki onlar, şimdi eski radikalliklerinde değiller… Değişmediler ama dönüştüler! Eski ahlak anlayışlarından uzaklaşmaları ile ahlaksız olduklarını anlamaları onları, yeni bir ne idiğü bellisiz ahlak yapılanmasına yöneltti. Bu ahlak anlayışı hala yapılanamadığı için de kesin yargılarından yoksun durumda.
 
Artık Keynes onlar için “tam bir komünist” olarak karşılarında duruyordu. Keynesyen Ekonomik anlayış yerini gerçekten kapitalist bir anlayışa bırakmak zorundaydı. Kâr sınırlandırılabilirdi, belki, ama kâr “artık emek”ten oluştuğu için işçi maliyetleri düşürülmeliydi… İşçi maliyetlerinin düşmesi, işsizliğin yükselmesi anlamına geliyor. İşsiz sayısı ne kadar çoksa daha az ücrete çalıştırabileceğin işçi sayısı o oranda yükselir. Bu yüzden de “fason üretim” ile “işe göre iş saati” uygulamaları olağan ve hatta yasal olmak zorunda. Emeklilik ise ayrıca devlete bir maliyet olduğundan, devlet, bu maliyetlerden en az oranda zarara uğramalı. Yani, emekli olma yaşı yükseltilmeli. Eğitim, sadece parası olanlara aittir! Eğitimli insan, bilgili insan, yönetmeyi de isteyecektir… Sağlıklı olmak istiyorsan maliyetini de karşılayacaksın. Ölürsen öl! Bak bir sürü işsiz var. Korkma, işveren işini aksattırmaz! Ayrıca senin ölümünle bir kişi daha iş bulmuş olur.
 
Somali’de gemi kaçıran korsanlar, aslında, kendilerinden başka herkesi köle olarak gören bir zihniyetin askerleridir.
 
Karşılarında ise ister hoşumuza gitsin, ister gitmesin, güçlü bir yapılanma ile sosyalist, komünist ekonomi ve toplumsal deneylerden geçen Şanghay İşbirliği Örgütü üyeleri, Şanghay Beşlisi var!
 
 
Bunun ülkemize uygulamasını ise görüyoruz: bu durumu dillendirenler hapiste, işsiz, mezarda…
Mahkemeleri hala devam ediyor…
O mahkemeler ki, savcı, tüm olayları, yapanlarından dinlemişçesine anlatıyor.
 
Bazı tesadüfleri yazmak istiyorum:
a-      Trabzon Katolik Klisesi Rahibi Santaro’nun öldürülmesiyle ilgili olarak yakalanan kişi “dinlerarası diyalog” tezinin Türkiye sorumlusu “hocaefendi”nin cemaatiyle ve “nizam-ı alem” ile ilişkili…
b-      Trabzon’ yapılan idman gereği bombalama yapanlar da aynı “hocaefendi” cemaati ve “nizam-ı alem” ile ilişkili…
c-      Ermeni olan ama Türkiye Cumhuriyeti’ni gerçekten seven ve tam bağımsızlığını isteyen Hrant Dink’i öldüren kişi ve yardım eden ve planlayan oldukları iddia edilen kişiler de Trabzon’dan aynı cemaat ve kurumdan…
d-      Malatya’da öldürülen ( Buna öldürülmek de denemez! Hunharca demek de yetmez… Hiç kimse “domuz bağı” ile veya kafası kesilerek veya canlı iken üzerine beton dökülerek veya yakılarak… ) “yayınevi” ( inanın cümle bulamıyorum) mağdurlarına böyle bir ölümü reva gören kişiler de aynı cemaat ile ilişkili…
e-       Danıştay’a saldıran “avukat” kimlikli şahıs da…
f-        Sivas’ta Madımak Oteli’ni yakanlar ve onlara önayak olanlar da “dinlerarası diyalog”tan nasibini almış kişiler… (Ama dönemin başbayanının da dediği gibi: dışarıdakilere – oteli yakanları ve itfaiye aracının, polisin, jandarmanın gelmesini engelleyenleri kastediyor…- bir şey olmaması en büyük sevincimiz…)
g-      “Ergenekon Davası’nı başlatan kişi”, Tuncay Güney’de ( gerçi dinlerarası diyalogtan oldukça fazla etkilenerek Yahudi olmuş ve şimdi hahamlık yapıyor görünüyormuş ama) o cemaat ile “yakın” ilişkili…
h-      Trabzon’da Emniyet Müdürü iken ( O şimdi Emniyet Genel Müdürü) “bilgisi dahilinde” olduğu ispatlanan kişi de “dinlerarası diyalog” ile yakın ilişkili ve “F tipi örgütlenme”nin önemli bir sacayağı…
i-        Malatya’daki olayda “ihmali görülen” Malatya Emniyet Müdürü de Cemaat ve “F tipi örgütlenme” mensubu…
j-        Ergenekon Davası’nın savcıları da “dinlerarası diyalog”tan nasibini almış kişiler!
k-      Anayasa Mahkemesi Başkanı da…
l-        YÖK Başkanı da…
m-    İsterseniz daha çok “tesadüf” ve “münferit olay” yazılabilir…
 
Ben bu kadar çok tesadüfün bir arada bulunmasının “çok büyük bir tesadüf” eseri olduğunu düşünüyorum…
 
Dediğim gibi, yazdıklarım, söylenilmesi yasak/günah olan cinsten bilgi, kavram, değerlendirme ve tespitler. Yani, yazının tamamını okumak zahmetine katlandıysanız çok büyük bir “günah”a da ortak oldunuz.
Ne diyeyim, Allah sizi doğru yol’dan ayırmasın…
Fethullahçılardan olasınız inşallah!
Amin.
Nasıl takiyye yaptım ama…
 
Gerçi benim halkım takiyye yapanları hemen anlar ve ümüğünü de sıktırmaz, kapılarında kuyruk oluşturmaz, onlara oy ve “deniz feneri”lerine, yimpaşlarına, kombassanlarına, albayraklarına, çalıklarına… yapılanma olanağı sağlamaz ama…
 
Yine de: Yan bakıyorum size! Var mı?!
 
 
 
*The Clash of Civilizations, Huntington, Samuel.
 
Tezim odur ki bu yeni dünyada çatışmanın temel kaynağı öncelikli olarak ideolojik veya ekonomik olmayacaktır. İnsanlık ile çatışmaya yön veren kaynaklar arasındaki bu derin bölünme kültürel olacaktır. Ulus devletler dünya meselelerinin en önemli aktörleri olarak varlıklarını sürdüreceklerdir lakin küresel politikanın karşılaşacağı başlıca çatışmalar uluslar ve farklı medeniyet grupları arasında gerçekleşecektir. Medeniyetler çatışması kültürel politikaya yön verecektir. Medeniyetler arasındaki bu aksaklık çizgileri geleceğin çatışma (savaş) çizgileri olacaktır.
 
   
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol