Türkiye Cumhuriyeti Türklerin Kaçıncı Cumhuriyeti?
Tarih, sadece geçmişte yaşanılanlar demek değil. Tarih, şu an. Şu an geçtiği için de tarihte kaldı. Yani, tarihi anlamak, süreci anlamakla mümkün. Ve süreç, sadece geçmişten oluşmaz. Şimdiki ve gelecek zaman da sürece dahil mefhumlar. Demem o ki: Tarih, şimdiyi ve geleceği de kapsayan bir durum, bir olgu. Eğer günümüzde yaşanan olayları anlayamıyorsak, bu, tarihimizi bilmememizden kaynaklanıyor. Tarihimizi bilmememiz ise geleceğimizi yok ediyor. Türkiye’yi Mondros’a zorladıkları ve bunun için Devlet-i Ali Osman’da Damat Ferit Paşa’yı günümüzde ise Siirt’imin damadını ve onunla birlikte diğer benzer işbirlikçileri de kullandıkları belli. Bu yargının kesinliği ve keskinliği ise tarihte karşılığını buluyor. Nasıl mı? Şöyle:
Devlet-i Ali Osman, 16.yy ortalarına doğru “batı” ile olan mesafesinin kapanmasına engel olamadı. Daha sonra ise süreç tam tersine bir çizgi izleyerek “batı” ile Devlet-i Ali Osman’ın mesafesi daha da açılır oldu. ( Yeri geldi, söylemek gerek: Devlet-i Ali Osman, bilimsel bakışı destekleyen dünyanın en büyük devletlerinden biridir ve bilimsel gelişmesi “şeyhül İslam” kurumun kurulmasından itibaren gerilemeye başlayarak 16.yy sonlarında tamamen son bulur.) “Batı” ile bedevi arabistanı arasında tarih süreçlerini 11. yy sonlarına kadar sabitlersek, pek fark olmadığını görürüz. Burada görülmesi gereken bazı dış etmenler de var. Şöyle ki; bedevi arabistanı çöldür. İnsanlar için yaşam alanları kıt, yaşam koşulları zordur. “Batı”, bu anlamda, coğrafi olarak çok farklıdır. Çöle göre çok daha yaşanılabilir olduğu kesinken yaşama bakışta hiç başkalık yoktur! Bu yargı nasıl bu kadar kesin ve keskin olabilir ki?
Evcilleştirme! Bu kavram, insanlık tarihini aydınlatan temel. Evcilleştirmelere baktığımızda bitkilerin ve hayvanların hangi coğrafyada yaşadıkları (menşei) çıkar ortaya. Amerika Kıtası’nda evcilleştirme yapılmıştır da ( hani Amerika Kıtası “yeni dünya” ya o bakımdan!) Avrupa ve bedevi arabistanında evcilleştirilen hiçbir canlı yoktur. Ne büyük bir benzerlik. Öyleyse, bu coğrafyalarda yaşayan insanlar nasıl hayatta kaldı? Benzerlikler artıyor: Çalarak ve öldürerek! Atın Türkler tarafından evcilleştirildiğini biliyoruz. Eski Yunan Mitolojisinde ise bu durum “insan başlı at” olarak karşımıza çıkıyor. Medeniyet işte! Başka şey…
Aklınıza benim neyi yazdığımı bilmediğim gelebilir. Eğer geldiyse, “yanıldığınızı kendinize ifade etmenizde” benim için bir sakınca yok!
Ne demiştik? Tarih, süreçtir. Bütün, parçalardan oluşur; parçalar ayrıntılardan. İnsan aklı ayrıntıyı düşlediği için homo sapiens sapiensis oldu!
Evcilleştirme, ilkel komünal toplumlardan yerleşik topluma zorunlu geçiş demektir. Yani: “TARIM DEVRİMİ”. Devrimler mülkiyet sisteminin değiş-tiril-mesi olduğuna göre, kaçınılmaz sonuçları da olacaktır. Bu sonuçlardan biri yöneticilik kavramında olur. Unutulmamalı ki göçebelikte de yönetici vardı. Bu, yaşlı adamdı. Deneyim, yaşlı adamı yönetici yapmıştı ama yaşlı adamı yaratan da vardı! Toprakana kavramına bakalım mı? Sümerler dönemindeyiz. Göçebelikten yavaş yavaş yerleşik yapıya geçiliyor. Göçebeliğin görece kolay taraflarına karşın yerleşik yapı, sanılanın aksine, çok daha zordur. Kavim erkekleri avlanmaya devam ederken (burada psikolojik olarak devam eden “erkeklerin gözü dışarıdadır.” bakışının temeli yatıyor diye düşünüyorum. Gerçi Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Oluşumu’nda bunun dışında da aileyi ayrıştırıyor ama…) kadınlar da yerleşkelerinin yaşanılabilir olmasına çalıştılar. Ateşi tanrılardan çalan, eski yunana bakarsak erkektir, ama bu, gerçek midir? İşte burada insanlığın en eski değerine, şiire bakmak gerek! Sappho adını duydunuz mu? Belki, dilimizde sıkça kullandığımız şekliyle biliyorsunuzdur: Sapık! Bu kadın “rahibeler” bekârdı. Hay Allah! Şimdi de bütün dinler tarihini ve kavramlarını kurcalamamız gerekecek… Belki o zaman günümüze kadar devam eden atalarımızın görüşlerini ve korkularını anlamlandırabiliriz! Ne dersiniz, bir gözucuna var mısınız? Böylece “toprakana” kavram/figürünü daha iyi anlayabiliriz.
Bekâret, günümüzde de önemini koruyan bir kavram. Günümüze ilk anlamıyla geldiğini düşünmemize olanak, yok. Olanak yok, çünkü: İlk toplumlar ( günümüzde semitik yapıda da “bir ölçüde” varlığını sürdürmeye devam eden anadan doğma idi. Burada bir ek bilgi: ilk insan toplulukları eşleşmede günümüzden çok da farklı değildi. Bu, işte gerçekten garip gelmesi gereken bir durum! Farklı olmayan yanı anlatmam gerek sanırım. Birlikte olma ve ayrılma… burada kategorik bir dil izlemek zorundayım. Bunun için hala yazıyı okuyandan özür dilerim! Tek kadın çok erkek; tek erkek çok kadın; çok kadın çok erkek. İlk topluluklarda aile bu şekildeydi. Günümüzde de aynı değil mi… Hey gidi gözünü sevdiğim Sappho… Sen nelere kadirsin!) bir birinden farklı koşullar ve yapılarla oluşuyordu. Sappho rahibeleri, tapınaklarına gelenlerle çiftleşir, doğan kız çocukları rahibe olarak yetiştirilir; erkeklerin bir kısmına da güçlerinden yararlanma hakkı tanınırdı. Yani, doğan erkek bebeklerin çoğu doğar doğmaz öldürülürdü. İlerleyen dönemde sappho rahibelerine neden “sapık” denildiğini anlamak çok zor olmasa gerek. Yine de bu rahibeler çiftleşmekten başka işler de yaptılar. Şimdi, çömleği ilk olarak sappho rahibeleri yaptı, desem; ne dersiniz? Hadi canım… dersiniz. Çömleği yapmak için toprağı işlemek ve fırınlamak gerek; fırın için ateşin bilinçli kullanımı şart, falan, filan…
Hadi yaa…
Yaa! Kimmiş sapık? Bu durum, günümüzden bir örneğe çok benziyor. Nazilerin insanlık gelişimine yaptığı katkı… Kimse Nazileri ve nazizmin yaptığı insanlık dışı işleri savunamaz… diyeceğim, olmayacak! Çünkü: Naziler elektrik enerjisi ile insanları öldürüp tekrar hayata döndürme deneylerinde başarılı olmuşlardı ki bu günümüzde oldukça sık kullanılan tıbbi bir yöntem… Yine Nazilerin genetik bilimindeki, radyofonik çalışmaları, fizik ve astronomi çalışmaları… Bu çalışmalardaki başarı, insanlığın başarısıdır… Burada Aynştayn’ın çok sevdiğim bir sözünü okurla paylaşmak isterim. Diyor ki Aynştayn: “Eğer benim kuramım başarısız olursa amerikalılar benim avrupalı olduğumu, ingiliz ve fransızlar alman olduğumu almanlar ise yahudi olduğumu söyleyecek. Aksi durumda; yani kuramım doğrulanırsa almanlar benim de alman olduğumu, ingiliz ve fransızlar avrupalı olduğumu amerikalılar ise bunu onlar olmazsa yapamayacağımı söyleyecek.” Akıllı insan, başka oluyor, kaçınılmaz.
Konumuza devam edelim…
Sappho rahibelerinin işçiliği ve sadece kadınları yüceltmeleri/ tanrılaştırmaları evcilleştirme tamamlanıp birlikte yaşama koşullarına dönüştüğünde duruma erkekler el koymaya başladı. Artık erkeklerin avlanması savaş demek oluyordu ve avlanan da hemcinsleri, yani insanlardı… Toprak, tohumu içine alıyor ve doğuruyordu. Toprak, anaydı. Bir doğum olması için erkeğe de gereksinim olduğunu insanlar yaklaşık dörtbinbeşyüz, beşbin yıl önce anladılar! Yani tam da “tarım devrimi” sıralarında. Yani, genetik biliminin tohumları atılırken. Genetik, sanılanın aksine yeni bir bilim değildir. Belki bir dönem illegal olarak faaliyet göstermiştir ve kliseye gizlenmiştir ama bu, sadece “batı”da, yani hiç evcilleştirme yapılmayan bir yerde ve evcilleştirme yapabilecek bir toplumsal düzeye ( 18. yy sonuna kadar) ulaşamamış bir coğrafyada olmuştur. İlk olarak bilgi, “batı” menşei’li değildir! Bilgi, çölden çıkamayacak kadar “toprak” ve “su”ya gereksinim duyar! Bunun adı, mezopotamyadır. İlk olarak kendimizi ve yaşadığımız coğrafyayı “bilelim!” Tam da burada, yazımızın başlığını anımsıyor musunuz? Cumhuriyet kavramı, sanki bu topraklarda hayat bulan bir kavram değilmiş gibi bize sunuluyor ve yarım akıllı aydınlar da bizi akılları kadar aydınlatıyor ya ona şaşarım işte. İlk olarak, Homeros’a göre de yunanlar bu topraklara sonradan gelmişlerdir. İsteyen İlyada desin, isteyen Troya. Burada can alıcı soru şu: Gelen, saldırgan, kimdi? Savunan, neyi savundu? “Troya” ve “Trakya” söyleniş olarak birbirine ne kadar da yakın, değil mi? Bu durumu hafızanıza kaydedin. Yazımızın ileriki bölümlerinde burayı anımsamak zorunda kalacağız. Şimdi, devam edelim.
Tarım devrimi, toplumsal yapıyı yeniden düzenledi. Toprak, analık ettikçe insanların gereksinimleri çeşitleniyor, gereksinimler çeşitlendikçe bütünde parçacıklar, başka bir deyişle organizasyon gelişiyor; organizasyon geliştikçe gereksinimler oluşuyor, gereksinimler oluştukça aletler ve “kavramlar” oluşturuluyor, yaratılıyordu. İnsanoğlunun en verimli çağı o dönemdir, demek, sanırım, gerçeğin tam tespiti olacaktır. Çünkü, ateşin kontrollü kullanımının nasıl olduğunu yukarıda anlatmıştım. Ateşin kontrollü olması, çanak-çömlek gibi gereksinimlerin karşılanmasını olanaklı kıldı. Ama çanak-çömleğin varlığı bir “şey”in yaratılmasının temeli oldu. O “şey” yaratıldıktan sonradır ki yazının bulunması o kadar önemli değil, bir zorunluluktur artık. Bulunan o şey “sayılar”dır. Matematiktir yani. Ölçme biçme. İşte insanoğlunun yarattığı en büyük şey budur. Bunun zorunlu sonuçları da diğer önemli şeylerdir. Basit bir örnek vermek gerekirse: tekerlek… şimdi insanlar kauçuk tekerlekler kullanıyor ( zavallı Goodyear…) ama hala yuvarlak tekerlek kullanılıyor. Demem o ki: Tarım devrimi, etkisini her zaman sürdürmek zorunda olan bir zihinsel devrimi zorunlulamıştır.
İdareciler organizasyonu. Sistemin adı ne olursa olsun mutlaka bir organizasyon ve bu organizasyonda da idarecilik kavramları varolmak zorundadır artık… İster monarşi, ister oligarşi, ister başka adlarla başka yönetim biçimleri. Hepsi organizasyondur ve hepsi de “merkezi organizasyon” yapısına bağımlıdır. Devlet, tanımlamalarının farklılığına rağmen organizasyondur. Ve aslında başka da bir şey değildir. Organizasyonlar da biçimsel olarak çoğu kere aynı ve hatta “aynî”dir. Buradan, “devlet, zihinsel olarak gelişmiş insanların organizasyonudur” dersek, yanılmış olmayız. Yanılmış olmayız ama zihinsel sorunlar sarmalının da tam odağında buluruz kendimizi. Devlet nedir? Sorunsalı iyi kötü tanımlanmıştır ama asıl önemli olanı: devlet nasıl olmalıdır? Yetkileri ve yetkililerinin sınırları nerede başlar, nerede biter? Kimlere, nasıl uygulanır? Denilebilir ki günümüzde konuyla ilgili soruların çoğu yanıtlanmıştır. Sistemleştirilmiştir.
Konumuz, kuşkusuz devlet değildir. Ama cumhuriyet, bir devlet yönetim biçimidir ve her devlet, devlet olma mantığı gereği, azınlığın çoğunluğa tahakkümüdür. Tam da burada her şey çetrefilleşmeye başlamaz mı zaten. Bernard Lewis’in “Demokrasi İngilizce konuşan milletlere has bir olaydır.” bakışı ile Marksist bakışın getirdiği ve Engels’in dillendirdiği “Devlet, insanlık tarihinin bir aşamasıdır.” tezlerinin başkalıkları ortada iken. Kanımca bu iki zihniyet arasında en temel zihinsel karşı duruşu da İlber Ortaylı tarafından “sadece kelimeleri okuyacak kadar Fransızca bilmiş olsaydı en anti Reusseau’cu yapıt Cevdet Paşa tarafından yazılırdı.” denilerek ironik bir şekilde anlatılmıyor mu?
Sanırım, bu kadar “akademik dil” kullanımı yeter! Yeter de bundan sonra yazımızda oldukça sık bir şekilde akademik üslûp kullanmak zorunluluğu da var.
Ancak, şunu belirtmek gerekir ki, devlet, “batı” tarafından iddia edildiği gibi “batı”lı bir düşünce ürünü değildir, olamaz. “Batı”, yukarıda da anlatmaya çalıştığım üzere sadece sömürme üzerinde söz söyleyebilir. Bu, “batı” insanlığı, gelişmesi ve demokrasisi’dir. “Batı” ister din vurgusuyla gitsin ister özgürleştirme ya da demokrasi getirme söylemleriyle yapabileceği tek şey yamyamlıktır! Elinden de zihinsel gelişmişliğinden de daha iyisi gelmez! Tarih, bunun hala yaşayan örnekleriyle doludur ve bu örnekler berdaim çoğalmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk 1881 yılında, Selanik’te doğmuştur. Burası tamam mı? Hacı Salih Efendi 1878 Yılı Mart ayında Rodop Hükümet-i Muvakkatesi’ni kurar… ( Muvakkate, Arapça bir sözcüktür ve geçici anlamına gelir.) Hani, “batı” özgürlükçüdür ya… Bir Osmanlı olan Hacı Salih Efendi neden “geçici” bir hükümet kursun Rodop’ta? Yıl kaçtı? 1878… “Batı”nın özgürlük ve kardeşlik anlayışı sayılan devrimden neredeyse bir asır sonra. Burada Hacı Salih Efendi’nin özgürlük ve kardeşlik kavramlarıyla donanmış, bu ideallerle yanıp tutuşan biri olduğunu düşünenler varsa kısmen yanılıyorlar. Hacı Salih Efendi’nin yaşadığı bölge yakılıp tutuşturuluyor elbet ama bu yakıp tutuşturma bildiğimiz, somut yakılıp tutuşturulma. Batı Trakya’daki türk köyleri yakılıyor ve köylüleri öldürülüyor… İstanbul’da Tanzimat! Yakılıp yıkılan Batı Trakya’da yaşayan Türkler Osmanlı’ya bağlı kalmak istiyor; belki Osmanlı’da bunu istiyor… da… “batı” özgürlük ve kardeşliği buna izin vermiyor. Annesi, babası, dedesi, kardeşi öldürülen, tecavüze uğrayan Türkler haklarını aradıkça “özgürlük ve demokrasi”… kavramları karşılarına çıkartılıyor. ( Sanki günümüzde yaşananların aynısının tıpkısı gibi…) Hacı Salih Efendi tek başına ben geçici hükümet kurdum, yaşasın! mı dedi sanıyorsunuz? “Batı”lılar tarafından bölgede yaşayan Makedon ve Türklere sorulmadan bölge Bulgar Prensliği topraklarına katılıyor. Rodop Hükümeti başta “seyyar” olarak ve daha sonra “cephe ordusu” kurarak buna yanıt veriyor. İngiltere, Fransa ve Osmanlı’da temsilcilikleri, “büyükelçilik” düzeyinde kuruluyor. Posta idaresi hayata geçiriliyor. Pul bastırılıyor. Mahkemeler kuruluyor ve çalıştırılıyor. Öylesine bir işleyiş ki bu mahkemeler bölgede yaşayan bulgarlar Bulgar Prensliği mahkemelerine değil Rodop Hükümeti mahkemelerine gidiyor. Ve MECLİS’i var! Meclis, bakanlar kurulu oluşturuyor. Bu hükümet 1885 yılında Osmanlıya bağlanıyor ve daha sonra tekrar yakılıp yıkılmalar başlıyor. Rum ve Bulgar o dönemdeki isimleriyle komitacılar Türkleri kesip yakmaktan fırsat buldukça birbirileriyle de didişiyorlar. İşte bu didişmelerine “batı” karşı çıkıyor. Neden mi?
“Şark Meselesi” diye bir şey duydunuz mu? Günümüz türkçesinde “doğu sorunu” anlamına geliyor. Doğu, kime göre ve ne kadar doğu? Sonu var mı? Sanayi Devrimi ki, insanoğlunun yaptığı en büyük hareketlerden ve yapılanmalardan biridir. Bu yeniden yapılanmanın bir sonucu mudur, yoksa, daha eskiye kadar uzanan bir olgu mudur?
Yazıda vurgulamaya çalıştığım olgu/kavramlardan biri tarih denilen mefhumun bir “süreç” olarak algılanması ve öyle anlaşılması tezi. Yazıda akademik dil ve anlaşılması güç mantık oyunları elden geldiğince tercih edilmedi. Sohbet havasında, ancak kendini dinleten bir üslup benimsedim. Takdir edersiniz ki yazılması da pek kolay olmayan ve ondan daha tehlikeli olanı okuyucu sorunu da olan bir üsluptur benimsediğim. Anlatış biçimim akademik görünmese de biçimlere takılmadan yazıyı okuyanlar akademik haz almışlardır, umarım. Okurun beynini bu kadar dinlendirdikten sonra yazıyı okumaya devam etmek isteyenler:
Doğu sorunu, hiç de sanayi devrimiyle ilintili bir şey değildir. Doğu, “zengin”dir… doğu, bolluktur… Bunlar sanayi devrimi öncesi haçlı fikriyatının temelleri… Din, sadece söyleyiş biçimi. Asıl amaç doğu zenginliklerini ele geçirmek. Bunda batı teologları da hemfikir. Buradan, büyük savaşçı Hektor’u anmadan geçmek tarihe tarihi saygısızlık olur. Homeros’un İlyada’sı Hektor’dan kahraman olarak söz eder ama tanrılaştırmaz. Tanrılaştırılan, ama kahraman olarak anılmayan bir düşmanı vardır Hektor’un… Aşil! Homeros’un anlatımına göre Aşil ya yarı tanrı yarı insan olarak çok uzun yaşayacak ya da insan olarak çok kısa… Aşil insan olarak yaşamı seçecektir. Savaşçı Aşil… Kendilerine ait olmayan bir toprakta o toprakların sahibi bir “kahramanla” savaşan Aşil, savaşın sonunda ama hileden sonra ancak ölür… Neyse, konumuz bu değil. Konumuz şu ki: Aşil, geldi; nereye? Hektor’un ülkesine. O ülkenin adı ne? Troya. En azın bize öğretilen o! Troya, Trakya ile söyleyiş olarak birbirine çok benziyor, değil mi? Troya nerede? Anadolu’da. Trakya nerede? Avrupa kıtasının “doğusunda”. (Burada bir ek bilgi: Roma İmparatorluğu’nu kuranlar, İtalya “Alp” dağlarında yaşayan “eTRaK”lardır. “TRaK”lar, Şu an Kırklareli iline bağlı bir ilçe olan Vize’de başkenti olan bir ülke kurmuşlardı. Homeros’un anlattığı “TRKva” efsanesine ne demeli? Ha… Bir de TöRK bir başlık türüdür. Kimler kullanır bu başlığı sizce? Mustafa Kemal’in Güneş Dil Teorisi hakkında bir dönem araştırma yapmaya girişmiştim. Konu ile ilgili efsanelerden ve rivayetlerden başka hiçbir bilgiye ulaşamadım ama Tahsin Mayatepek’in varlığı ile eTRaKlar hakkında yapılan araştırmalarda ulaşılan sonuçlar bile en azından çok “ilginç” olarak karşımızda duruyor. Ha bu arada Tahsin Mayatepek’de Amerika Alpleri’nde yaşayan ve TöRKe çok benzer bir başlık kullanan Meksika ve Peru yerlileri ile ilgili çalışmalar yapmış ve raporlar halinde Musatafa Kemal’e göndermişti. Dağların adları ilginizi çekti mi? Dünyada bir coğrafyada daha adı ALP olan dağlar var, biliyor musunuz? Onlar da Asya’da. TüRK’lerin anayurt dediği yerlerde. Dediğim gibi, en azından ilginç benzerlikler.) Attila İlhan, Türkler “batıcıdır” der. Neden mi? Açıklaması da şu: Hep batıya gitmek için göç ettiler. Attila İlhan’ı da böylece anmış olduk. Devam edelim.
Batı, doğuya saldırmasını destanlaştırırken, doğu ne yapar? Ne yapacak, kendini savunmaya çalışır. Yaşamak için çırpınır ama hile nedir bilmediği için de mağlup olur… batı gelir, yağmalar gider. Sonra tekrar gelir ve yağmalar. Yaşam koşulları elverişli iken neden evcilleştirmeyle uğraşsınlar ki… Yağmalamak varken!
Malazgirt Savaşı’nı duydunuz mu? Biz öğrenciyken, Türklerin Anadolu’ya girdiği tarih olarak öğrettiler. Yıl, 1071. Selçuklu Hükümdarı Alparslan komutasındaki türk ordusu Romen Diyojen komutasındaki Bizans ordusunu yenerek… diye anlattıkları palavradan söz ediyorum. Öyle bir savaş vardır. Alparslan’da, Romen Diyojen’de var. Bizans yenildi. Hepsi doğru. Eee… ben neden paçavraya çevirdim onu? Şundan: Türklerin Anadolu’ya girdikleri savaş değildir Malazgirt, Anadolu’dan çıkarılamadıkları savaştır. Türklerin Anadolu’dan çıkarılması Troya’dan beri istenir! İstenir de Çanakkale geçilmez! ( Çanakkale ile ilgili olarak; Osmanlı, Çanakkale’den Trakyaya geçer. Fatih İstanbul’u aldığında atını denize sürer Çanakkale tarafına doğru seslenir: İşte şimdi öcünü aldın, Hektor!)
Süleyman Askeri isimli birini duyan var mı?… Hah, işte Süleyman Askeri isimli o biri 1913 yılında Garbi Trakya Hükümet-i Muvakkatesi’ni kurar. İtalyanlar Trablus’a saldırdığında Osmanlı asker yollamaz ama Garbi Trakya Hükümet-i Muvakkatesi asker yollar! Ve bu cumhuriyet yalnızca 56 gün yaşar. Kurulduktan sonra Osmanlı’ya bağlanır. Bu arada Süleyman Askeri, teşkilât-ı Mahsusa’dandır. Burada yeri geldi, söylemek gerek. İttihat Terakki, anayasacıdır! Bakmayın ittihatçılar başarılı olduktan sonra ittihatçı olan padişahçı ya da tanzimatçılara. Onlar “her devrin adamı” statüsüne sahip kişilikli insanlardır. Onlar gibi olunacağına Prens Sabahattin gibi olunmalı! Tam karşıtı ittihatçıların. Ama mert! Düşündüğünü söylüyor, en azından! Takiyye yapan şarlatanlardan farklı! Şahsi düşüncem olarak ne teşebbüs-ü şahsi’yi savunurum ne de ademi merkezziye’yi. Daha ilerisi, düşmanıyım bu fikriyatların. Yine de Prens Sabahattin’e saygım vardır. Mertliğinden dolayı hak eder bunu! Namertle dost olacağıma mertle düşman, aptalla dost olacağıma akıllıyla düşman olurum!
Bu arada fark ettiniz mi, bilmem ama Trakya’da kurulmuş iki geçici hükümetten söz ettik. İlki, Rodop Hümümet-i Muvakkatesi idi. 1878 yılında kurulmuştu. Başkanı Hacı Salih Efendi idi.
İkincisi, Süleyman Askeri Bey’in Batı Trakya Geçici Hükümeti ( Garbi Trakya Hükümet-i Muvakkatesi / 1913) Mondros’tan sonra Trakya’da kurulan ve adı da resmen “cumhuriyet” olan bir devlet daha var: Trakya Paşaeli Cumhuriyeti. Başkenti, Edirne. Anayasasını Amasya Tamimi olarak biliyoruz. Bunlar Trakya yakasında kurulanlar. Doğuda yok mu? Var! Garbi Kafkas Hükümet-i Muvakkatesi ve Azeri Cumhuriyeti. Azeri Cumhuriyeti’nin de çok ilginç bir öyküsü var. Çarlık dağıldıktan sonra kuruluyor. Ruslar “Ankara Hükümeti’ne yardıma gidiyoruz.” diyerek ülkeye girebiliyor. Mecliste yapılan konuşmalardan biri Türkiye Komünist Partisi’nin kurucusu Mustafa Suphi’ye ait bir mektuba dair. Diyor ki Mustafa Suphi mektubunda, Ruslar Kemal Paşa’ya yardıma gidiyor. Siz de emperyalizmle savaşta Ankara’ya yardımda bulunuyorsunuz. Buna engel olmayın. Azeriler, bu mektuba güvenerek izin verirler. Sonra ne olur, biliyor musunuz? Mustafa Kemal Rusya’ya gönderdiği büyükelçiye bir şifreli telgraf çekiyor. Diyor ki telgrafında; Moskova nezdinde bir araştır ve bize ulaştırılmasını sağla. Azeri Hükümeti bize 300 bin altın yollayacaktı. Durumu nedir? Sovyet Rusya, Azerileri işgal ve ilhak etmiştir… Yıl, 1920’dir. Bunlardan sonra Türkler tarafından kurulan ilk cumhuriyet: Türkiye Cumhuriyeti’dir.
Devlet-i Ali Osman ve adı geçen diğer devletleri yıkmayı/yıktırmayı başaran ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını engelleyemeyen “Batı” bunun ardından Türkiye’yi zayıflatmaya ve yok etmeye çalışmaya ara vermeden devam etti, edecek!
Çünkü sorun, “batı” ile “doğu” arasında zihinsel bir sorundur. Yaratan doğuya karşılık bu zenginliğe el koymak isteyen “batı” zihniyetinin savaşıdır sürüp giden.
Batı, Sanayi Devrimi ile kendini geliştirmeye başlamıştır, kuşkusuz. Ancak, Sanayi Devrimi, şunun şurasında üçyüz, üçyüzelli yıllık bir olaydır. İnsanlık tarihinde adı bile anılmaya değmez bir süre yani… Batı, bunun bilincinde ve farkında olarak saldırısına devam ediyor. Bize düşen batı’ya ve batın’a karşı sürekli bir mücadele vermek. Şunu anlamak zorundayız: Medeniyet, insanın doğaya karşı ve doğal olarak girdiği bir savaşımın adı. Bu savaş, doğuda başladı.
Bir söz vardır: Kişi karşısındakini kendi gibi bilir, derler hani. Batı, doğuyu kendi gibi biliyor, o yüzden de barbar ve yamyam diye tanımlıyor…
Sözün kısası: Türkiye Cumhuriyeti, devlet oluşturanların coğrafyasında, cumhuriyeti uygulayanların diyarında kurulmuş son cumhuriyettir. Cumhuriyet, Türklerin kendi rejimidir. Batıda en eski “devlet” ne kadar zorlarlarsa zorlasınlar tüm kavramlarının oturmuşluğuyla 200 yıl önceye gider. Türklerin kurduğu devlet sayısı kadar devlet kurmamıştır “batı”, kuramaz! Devletin tanımını yazıda nasıl yapmıştık, anımsıyor musunuz? Tekrar yazayım: Devlet, zihinsel olarak gelişmiş insanların organizasyonudur.
Yeri geldi, biraz kafatasçı olayım… Çinliler kadar türk kafatasçısıyım şu an, çünkü çin kaynaklarını baz alacağım! Quin Hanedanı, Çin’i birleştiren hanedandır. Birleştirdikten sonra varlığını devam ettirmek için ne yapar biliyor musunuz? Uzaydan insan yapımı olarak görünen en uzun tek şeyi. Nedir o? Çin Seddi. Çin Seddi’nin Türklerden korunmak için yapıldığını biliyoruz, değil mi? İyi de Quin hanedanı da türk! Çin’in kuzeyinde bulunur ve yedi çin hanedanından biridir. Bugün o bölgeye çin uyguristanı deniliyor. Uygurların kağıdı, pusulayı ve barutu bulanlar ve ilk kullananlar olduğunu söylemem de gereksiz olur elbet!
Türkiye Cumhuriyeti, türklerin, sanayi devrimi sonrasında kurduğu altıncı cumhuriyettir! Sıra ile adları:
Rodop Hükümet-i Muvakkatesi. 1878 – 1885.
Garbi Trakya Hükümet-i Muvakkatesi. 1913.
Azeri Cumhuriyeti. 1917 – 1920.
Trakya Paşaeli Cumhuriyeti. 1919.
Garbi Kafkas Hükümet-i Muvakkatesi. 1919.
Türkiye Cumhuriyeti. 1923.
Bugün yaşanılanları bir süreç olarak anlatmaya çalıştım. Yazıda, çeşitli konularda o konuya ait bilim dalları ve disiplinlerde çok sayıda kitap, yazı ve makaleyi bir potada sunmaya çalıştım. Eksik, yanlış ve hatalarım vardır, kuşkusuz. Elimden gelenin, aklımın erdiğinin en iyisini sunmaya çalıştım. Takdir, okurundur.
Münir Bircan
6/7 Kasım 2008 Lüleburgaz