Türkiye, Şapka, Aydınlanma
Devrimler, toplumların patlamalarıdır. Yakar, yıkar ve arda kalan çok az sayıdaki yapıyla 'birlikte' küllerinden yeniden yaratır kendini.
Ancak, devrim öyle kolay olmaz! Zaman alır. Bir depreme, bir yanardağın faaliyete geçmesine benzetebiliriz. Sürekli, enerji depolama durumu vardır. Kendini denemesi, toprağın en zayıf bölümünü araması içindir. Orada açığa çıkacak, geriye sadece, yeniden yapılanmaya hazır bir hacim ve kütle bırakacaktır.
Çok can yakacaktır. Çok can yanacaktır. Ne ki; olmazsa olmaz bir durumdur bu. Olacaktır. Kaçınılmazdır.
Neden bunları anlatarak başladım?
Şapkanın... Evet, şapkanın... Hani başa takılan o 'şey'i nasıl olup da başımızın üzerinde taşıdığımızın anlaşılması için!
Garipsediğinizi, daha doğrusu beni delilikle suçladığınızı, biliyorum.
Bir bildiğim daha var! O da, bu konu benim için ne kadar önemliyse, sizin için de o kadar önemli!
Artık, şapkayı çıkarıp, keli göstermenin zamanı geldi!
Genç cumhuriyetin devrimlerindendir şapka devrimi. Laiklik devrimi içerisinde düşünülmelidir. Kılık kıyafet, tekke ve zaviyelerin kapatılması, maarifin tek çatı altında, devlet eliyle ve çağdaş bilgiler ışığında yeniden yapılandırılması; yazı, takvim, ölçü, tartı... Bu devrimler, eğer bir bütün olarak ele alınırsa elimizdeki tarağa gerek olmadığı, anlaşılır!
Nasıl mı?
Çünkü bir süreç meselesidir bu. Genç cumhuriyet, kadına 'seçme ve seçilme' hakkını verdi... Kılık kıyafeti düzenlemek için, şapka devrimi yaptı... Ama ŞAPKA, başa takılan o şey değiştirildi, sadece! Türk kadını, KENDİ İSTEĞİYLE ve devletten bir şey beklemeden KENDİ GÜCÜYLE değiştirdi kılık kıyafetini!
Burada yeri geldi, söylemek gerek; o yılların kadınları (ve erkekleri) ileriyi görebilecek yetenek ve kabiliyetteydiler! Şimdikiler gibi (manda ve himaye'yi tüm benlikleri ve 'kişilikleri' ile kabullendiklerinden olacak...) dün'ü bile göremeyenlere hiç benzemiyorlar!
Bunu anlamak, basit. Deha olmaya gerek yok! Başlarında ne olduğuna bakın! O, içinde de ne olduğunu gösterir...
Şimdi tarağınızı elinize alın! Çünkü insanı farklılaştıran, 'el'ini kullanabilmeyi 'öğrenme becerisidir'!
Tarağınızı elde tutmaya devam edin...
Türk yazılı metinlerinde, benim bildiğim kadarıyla, şapkayla ilgili ilk düzenlemeyi Alâaddîn Paşa yapmıştır. Metin, şu: 'Mahrut biçiminde, beyaz keçeden bir külah...' Ne zaman olabilir, sizce? Hiç zorlanmayın... Orhan Gazi'nin ferman buyurmasıdır! Osmanlı da işe 'şapka' ile başladı yani! Yoksa bu kadar uzun nasıl var olabilirdi?
Kanuni'nin sarık yapan esnaf ile ilgili olarak bir düzenleme getirdiğini biliyoruz. Bu düzenlemeye, o zamanki adıyla 'nizamname'ye göre; kırmızı, sarı, siyah renkler 'gayrı müslimlere verilmiştir. Bunu şöyle de okuyabiliriz: Beyaz, islâmlara verilmiştir. Hiçbir gayrı müslim beyaz renkli başlık kullanamaz!
Buraya kadar yazdıklarımdan;
şapkanın günümüzde ne anlama geldiğini anlamamız için tarihsel sürece bakmamız gerektiğini; tarihimizde önemli olaylar olurken, bu olaylarda şapkanın da yer aldığını; bunun olmazsa olmaz olduğunu gördük.
Devam edelim!
Osmanlı'nın zor bir durumda olduğunu Ulemâ ile yardakçısı konumundaki yeniçeriler dışında herkes, anlamıştı! 2. Mahmut zamanında, Mısır Hidv-i Mehmet Âli Paşa'nın Anadolu içlerine kadar gelmesi, İstanbul'a doğru ilerlemesi sırasında ulemânın almış olduğu tavır, Osmanlının zorda olduğunu bildiklerini gösteriyor!
Şapkanın önemini anlamak için, burada, ulemâ ve yeniçerilere bir göz atalım mı?
Bu 'göz atma' sırasında şunu göreceğiz: Tarih, eğer 'ders alınmazsa' tekerrür eder; ders alındığı vakit, tekrar olanağını bulamaz! Çünkü ders çıkaranlar şapkalarını da çıkarırlar! Şapkalarıyla hesaplaşır ve başka şapka giyerler...
İlerlemenin önüne, ortaçağda bile, hiçbir din geçemedi! Bu, unutulmamalı!
Osmanlı devlet düzeninin en önemlilerindendir ilmiye sınıfı; yani, ulemâ. 'Nakli' ilimlerle uğraştıkları 'rivayet' olunur... Rivayet olunur sözünü, yazının ileriki bölümlerinde açımlayacağım...
Kimler ulemâdandır?
Derme çatma bilgilerle ilk söyleyeceğimiz medreselerdeki müderrisler olacaktır. Bilmeyenler için söyleyelim, medrese, günümüzde üniversitenin, bilimevrenin karşılığıdır. Müderris de profesörün.
Kurcalarsak, ulemânın sadece bununla sınırlı kalmayacağını göreceğiz. Kadılar ve dergâh şeyhleri de ulemâ içinde yer alıyor. Onunla da kalmıyor; kadı ile müderris aynı derecede buluşturuluyor.
Bu, işin bir tarafı. Diğer tarafı?
Canalıcı soru şu: Ulemânın geliri nereden sağlanıyor? Ya da şöyle de sorabiliriz: İlmiye sınıfından bir zat, gelirini nasıl sağlıyor? Akçe kazandığı değirmenin suyu nereden geliyor?
Osmanlı maliye düzenine bir bakalım mı? Üstünkörü bir bakışla; sadece ulemânın değil, ancak, genel olarak ulemanın geliri 'vakıflardan' karşılanıyor.
Burada şunu belirtelim: Osmanlı anlayışında, mülkün sahibi, tek sahibi, Allah'tır! Padişah (buraya dikkat!) , 'İstanbul'u aldıktan sonra', kendini, Allah'ın yeryüzündeki halifesi ilân eder... (Bilindiği üzere, halifelik, Yavuz Sultan Selim zamanında Mısır'dan alınmıştı! Ya tarih beni kandırıyor, ya da beni kandırmak isteyen tarihçiler var!)
Osmanlı maliyesine geri dönüyoruz... Mülkün sahibi adına yetkili olan padişah, kullanım hakkını verip, geri almak hakkına da sahiptir... (Şunu hemen belirtelim: Burada osmanlı maliyesini incelemiyoruz; bir göz atıyoruz sadece. Olguları yerli yerine oturtabilmek adına kuş bakışı bakıyoruz...) Padişah, bu alıp verme işini bir 'ferman'la yapıyor. Ve her 'ferman' bir 'fetva'dan olur almak durumunda... Fetvayı da ulema veriyor.
Yani, padişahlar, hiç de öyle sanıldığı gibi, astığı astık, kestiği kestik değiller! Belli şartlarda ve bunu fetvayla ferman buyurabiliyorlar! Anlaşılacağı üzere padişah tek güç, mutlak güç değil! Bu, bir çıkar oyunu!
3. Selim bu yapıyı yıkmak istiyor! Adının verdiği hâkimiyeti kurmak istiyor; engelleniyor! Nasıl mı?
Yeniçeri Ocağı'na acemi oğlanların belli bir bedel karşılığında ve yedi ile onüç yaşları arasında alındıklarını biliyoruz. Bu alınmanın adı, devşirmedir!
Burada bir ek bilgi: Türkler, devşirme sistemini araplardan ve devşirilerek öğrenmiştir. Bunu anlamak için Sasani ve Abbasilerin mali ve askeri düzenlerine bakmak yeterli olacaktır. Osmanlı'nın farkı, Bizans'tan öğrendikleriyle birlikte, Roma-Bizans'ın devamı olmasıdır! Osmanlıya 3. Roma İmparatorluğu da denilebilir!
Ancak, bu konu bir başka yazı konusudur... Biz, şimdi, Yeniçeri Ocağı'na dönelim.
Ergenliğe geçişte, ancak bulûğa ermeden devşirilen çocuklar islâmi bir öğretide ve iyi bir eğitimden geçiriliyorlar. Eğitimleri sırasında da sınıflara ayrılıyorlar. Gelirleri de hazineden. Yani, devletin paralı askeridir yeniçeri denilen. İstanbul'da iskân ederler. Asıl görevleri padişahı korumaktır. Ancak, padişahlar İstanbul dışına çıkmamaya, ordu önünde savaşlara katılmamaya başladıkça, yeniçeriler, savaşlarda, sadrazamı korumakla da görevlendirilirler! Zamanla 'savaş bahşişi'nden yoksun kalmaları (evlenmelerine de izin verilmişti...) yoksullaşmalarına; yoksullaşmaları da, yeniçerileri başka bir iş yapmaya yöneltti.
Yeniçerilerin başlıca işleri kayıkçılık, balıkçılık, hamallık oldu.
Bu durum, yeniçerilerin esnaflarla daha bir içli dışlı olmalarına, başka bir deyişle, yeniçerilerin esnaflaşmasına neden oldu.
Esnaflar için, yeniçeriler, hem bir ekonomik ve mali potansiyel hem de kendi çıkarlarını savunan askeri güç durumuna geldiler.
Ve esnaflar, bir dergâhta mürit idiler... Mürşit ise, ulemadan idi... Ve ulemalık, babadan oğla geçen bir hal almıştı!
3. Selim'in gücü tek elde toplama çalışmaları, ilmiye sınıfını rahatsız ediyordu. 3. Selim, çağını anlamış ve çağın gereklerini yerine getirmek zorunluluğunun bilincine varmıştı. 3. Selim'in yapmaya çalıştıklarından, bugün, şu sonucu çıkarabiliriz: Akli İlimler (bilim) in; nakli bilimler aut!
3. Selim'in dönemin şeyh-ül İslâmına yazdığı şu fermana bir göz atmak istemez misiniz?
' Semahatlû Efendi dâimiz,
Mülâzım-ı bil-medrese olan ulemayı imtihan eyleyesiz; lâkin tarik-i tedrisin nizamına dair bundan akdem sadır olan hattı humayunum mazmunu kemakân ve düstrülamel tutulub bir veçhile hilfına hareket olunmıya; fimaba'd rikâb-ı humayunuma telhis olunub hattı humayunum sadır olmaksızın hiç bir ferde hariç rüusu ita olunmaya; ve bu imtihanlarda âlâ dersi okuyanlara rüus verilûb baki müstaidleri bakıyyetül-imtihan tayrir olunanlar ve vaktiyle aralık aralık bakıyetül-imtihan olanlara ve kibar mevalizadelerin mültevi ve müstaidlerine bilâ-istizan hatt-ı humayunumla rüus verile ve bedel yevm rica ve şefaat ile asla rüus verilmeye ve tahrik-i ilm-i şerif bu vechile gayet himayet ve na-ehlden sıyanet oluna.' (Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, İ. H. Uzunçarşılı)
Tek tek çevirmektense, ilk elden, anlamını söyleyeyim. 3. Selim şunu diyor: Ulema sınava tutulacak. Sizden 'âlâ' derecesini alanları bu sefer ben imtihan edeceğim. Bundan sonra ancak 'müderris' (profesör) olabileceklerini söylüyor ve ekliyor: 'Mültehi ve müsteid'ler diyor. Mültehi, sakalı olan, sakal bırakmaya 'kudreti olan' anlamına. Yani, genç ya da ihtiyar farketmez, ilmiye sınıfını adam etme zamanı gelmiştir! diyor. Burada, kimseye iltimas gösterilmeyeceğini söylemesinden başka; son sınavı kendisinin yapacağını söyleyerek de meydan okuyor!
Doğaldır ki, geliri ellerinden alınan ve arpalıklarından olan ilmiye sınıfı 3. Selim'i sevmeyecektir!
Bu sırada devam eden Osmanlı - Rus Savaşı'na gitmek istemeyen yeniçeriler, bir de bahşiş isterler... Oysa, 3. Selim'in kafasında talimli ordu (Nizam-ı Cedid) in; talimsiz ordu (Yeniçeri Ocağı) aut!
3. Selim, ordunun düzenlenmesi için Fransa’dan uzman istemiş; Fransa, bu isteği yerine getirmiştir.
Bu durumda yeniçeriler ne demiştir, biliyor musunuz?
'Moskof olurum da yine de nizam olmam! '
Böylesi bir durum bana hem komik geliyor hem de şaşkınlık veriyor. Neden acaba?
Konu dağıldı gibi gelebilir; ancak, tam odağındayız.
3. Selim'in talimli ordusu, Nizam-ı Cedid, yeni bir üniforma ve başlıktır!
Bu durum, 'dinin elden gitmesine' yetmez mi? Yeter! Yetti de...
Ulemanın yol göstericiliğinde, yeniçeriler ayaklandı!
Nizam-ı Cedid nerede?
Avusturya ve Rusya ile savaşa devam ediyor... Mısır Hidv'i Mehmet Âli Paşa, isyan etmiş... Fransa orduları, Napolyon önderliğinde, Kuzey Afrika'da...
3. Selim, orduyu ve ilmiyeyi düzenlemek için, 'meşveret' topluyor ve alınan kararları uyguluyor... Ulemadan yanıt: Din elden gidiyor!
Giden, din değil; şapka...
İsyanları, durumu biraz geciktiriyor. 2. Mahmut, Sekban-ı Cedid'i kuruyor... Yeniçeriler isyan ediyor! Ulema, isyana destek veriyor... Ama 'kadınlar' ve 'gençler', sarıklılara: ' al-daffa hayr min al-laffa' diyor... Teneşir, sarığın katlanmasından daha iyidir!
Halkın devrimi desteklediği, açık. Yeniçeri ocağı ortadan kaldırılıyor. Ulemaya 'haddi' bildiriliyor!
Halk, 2. Mahmut'u destekliyor! 2. Mahmut'u 'kızıl sultan' diye ananlar, tarihsel işlevlerini daha o zaman yitiriyor.
Sarıklar çıkarılır! Giyilen, 'fes'tir...
Burada, ilginç bir anı. Falih Rıfkı'nın Çankaya'sından: ' Halide Edip'in babası Edip Bey anlatıyor: Topkapı Sarayı mahzenlerinde vesika aradıkları bir sırada bir yığın şapka bulmuşlar. Sultan Mahmut'un fes yerine şapka giydirmeyi düşündüğü, fakat buna cesaret edemediği manasını çıkarıyorlar.'
Bir hatırlatma; (Sened-i İttifak 1808'dedir.) 2. Mahmut, daha o zaman: ' Ben, tebaamdan islâmı mescidde, hristiyanı klisede, yahudiyi havrada görmek isterim! ' diyor. Bu, şu demektir: Dinleri farklı olanlar, kendi dini mabetlerine gidecektir, elbet. Ancak, yine benim tebaamdırlar. Bana tabidirler!
Bu sözlerde, hafif bir lâiklik ve 'batı'ya meydan okumayı sezdiniz mi?
Yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra sahipsiz, savunmasız kalan ulemaya 'düvel-i muazzama', özellikle de İngiltere sahip çıkar.
Bu, ne demek? Bu, şu demek: Bugün, bize batı olarak öğretilen (İnönü döneminde, Musatafa Kemal'in Güneş-Dil teorisi'nin nasıl rafa kaldırılıp unutturulduğunu ve hemen tanzimatçı, korkak ve sığınmacı bir anlayışla 'köy enstitüleri' ile batılılaştırıldığımız geldi aklıma...) '...tek dişi kalmış canavar! ' gericiliği besleyerek varlığını daim kılar. Sadece Türkiye'de değil, dünyadaki herhangi bir coğrafyada da durum aynıdır. Her ülke, kendini, batıya 'bağımlı' görür. Böyle gösterilir... Ve bu, gerçekten de böyledir!
Sadece başlarında ne var? Kellerini nasıl koruyorlar ona bakalım, görürüz gerçeği!
Devam!
'Ulu Hakan' ya da 'Kızıl Padişah' ne yapmıştır?
Yıl, 1903. Abdülhamit devri. Çok büyük baskı var! Kime? Gaspirinskiy'e bu baskı yok; ya da Şamilof'a...
'Aydınlanmacı gazeteciler, istediğini yazıyor. Gerici tek bir yazı bulamazsın, Abdülhamit devrinde! ' Orhan Koloğlu ile yaptığım bir konuşmada bunları söylemişti...
Ben de doğru olduğunu düşünüyorum! Aksi durumda Türk Ocakları ve Amele-i Selânik-i Osmaniyye Cemiyeti, nasıl kurulabilirdi?
Unutulmamalı; yukarıda da belirttim; gericiliği, düvel-i muazzama desteklemekteydi...
Ne ki; Abdülhamit, süvari ve topçu askerlerine 'kalpak' giydirdi! Yıl, 1903!
Resneli Niyazi, Enver, Talât, Cemal, Mustafa Kemâl bu kalpağı giydi!
Ali Suavi, o vakit, Paris'teydi!
2. Meşrutiyet. Çölde, askerler, kumdan korunmak için gölgeli serpuş giyerler. Adı, 'enveriye'dir!
Zaman geçer. Osmanlı tarihsel sürecini tamamlamıştır! Yeni bir medeniyet, 'kalpak' tarafından kurulur!
Kalpak, ne fes ister ne sarık...
Yıl, 1925. Yer, Kastamonu.
' Efendiler! Elimde görmüş olduğunuz bu şeyin adı, 'ŞAPKA'dır! '